dünyanın en zor ama en rahatlatıcı eylemi..kimi zaman da eylemsizliği hatta. günler, geceler boyunca düşündüğümüz; bazen uğruna ömrümüzün büyük kısmını verdiğimiz takıntılar silsilesi. düzgün olsun diye uğraştıklarımız. olsun diye ter döktüklerimiz. olmasın diye çabaladıklarımız. belki hepsinden büyüğü, başarılı olma arzumuz. hepsi zihnimizdeki öğretilmiş resimler aslında. yaşam döngümüzde o resimlere uymayan her şeyle birlikte büyüyen mutsuzluğumuz ve tatminsizliğimizin yarattığı düş kırıklıklarıyla yol alıyoruz. vazgeçmeyi, "olmuyor" demeyi başarısızlıkla eşleştiren o tuhaf, kocaman, insanı bir türlü rahat bırakmayan dürtüyle harcıyoruz elimizdeki zamanı. aslında insan dönüp baktığında mutsuzluğu getiren şey neredeyse her zaman olayın kendisinden çok olaya bakış açımız. bu işi yapamıyorsun. peki. vazgeç... bir başka iş belki seni mutlu kılacak olan. üstelik daha faydalı olacaksın ve senin yerine o çırpındığın işi dolduran kişiye de sana geldiği gibi ağır gelmeyecek, çünkü bu tam onun istediği iş. bu ilişki ne yaparsan yap yürümüyor. sürekli bir şeyler oluyor, tartışıyorsun, kırgınsın, gün içinde zihnin hep onunla meşgul. içinde bitmek bilmeyen cümleler, karşılıklı konuşmalar, aynada sana bakan donuk gözlerin. vazgeç... elindeki kısıtlı ayları ya da yılları neden heba ediyorsun? neden belki de çok mutlu olacağın birisi bir yerlerdeyken veya kimbilir, yaşamına kimseyi almamak seni kendine getirip soluk aldıracakken ısrarla buna devam ediyorsun? bu evi, bu arabayı sürekli düzgün tutmaya çalışıyorsun. vazgeç... belki bu ev ya da araba aslında senin değil. seninle olmamalı. başka bir evde, başka bir arabayla daha huzurlu olacaksın belki, neden buna harcıyorsun ki tüm enerjini? çevrendeki arkadaşlar, arkadaş görünenler. zor zamanında yanında olacaklar mı bilmediğin insan toplulukları. içinden geldiği haliyle bir şeyleri anlatamadığın; yargılayıcı bakışlarından çekindiğin, senin iyi olmanı istese de asla kendisinden daha iyi olmanı istemeyecek kişilikler. vazgeç. onunla o kahveyi içmesen de olur. beraber kahkaha atabileceğin bir sürü yeni arkadaş edinebilirsin. bir şeyden vazgeçmek senin kim olduğunu değiştirmez. değer yargılarını, ahlakını, bakış açını, zekanı, kabiliyetlerini senden almaz. sana başını çevirip başka bir noktaya bakma özgürlüğünü verir...ve sen bu yeni halinle her şeyi değiştirebilirsin. bazen bir günde, bazen bir yılda ama senin için doğru olan neyse ona ulaşma şansını verirsin kendine. her güne "nasıl olacak/nasıl yapacağım/şunu yapsam olur mu/şunu söylesem ne der/şunu derse ne cevap veririm" diye başlamadığın "sen"i bir hayal etsene...
palindrom
3. nesil eli kalem tutan - müddet-i tahsiliye - eli kalem tutan -
- toplam entry 11
- takipçi 1
- puan 1593
çok sık olmasa da yaptığım her sefer "iyi ki" dediğim davranış biçimi. öyle her canınızı sıkan bir şey olduğunda silemezsiniz her şeyi. ama insan bazen karşıdan bakıyor... gördüğünüz yıkılmak üzere olan; sizin ruhunuzla, yüreğinizle yüklenip ayakta tutmaya çalıştığınız derme çatma, kara bulutlarla çevrili bir heyula...böyle durumlarda bir noktada yerle yeksan olması için geri çekiliyorum. çekilemediğimde en alttaki tuğlayı çekiyorum. toz-duman yatıştığında tertemiz inşa etmek insanın zihnini, kalbini temizliyor.
hiç kimse kavga etmek için aile kurmaz. kimbilir onların da nasıl tahammülsüzlükleri, yıkılan veya gerçekleşmeyen hayalleri, gönül kırgınlıkları vardı ki kendilerini tutamadıkları anları yaşadılar ve yaşattılar evin içerisinde.
"Her şey bitmek için başlar" cümlesinin olduğu bir paylaşım gördüm birkaç gün önce... aylardan yine ocak olduğu için mi gözüm daha fazla takılıyor böyle şeylere bilmiyorum. Her yıl olduğu gibi yine aynı döngünün içinde geçecek olan bir aya başladık. Tam 21 yıl öncenin ocak ayında bir gün, can acısı, bir hastane avlusu ve içinden mi, dışarıdan mı geldiğini bilmediğin o soğuk... tıpkı diğer her şey gibi bitmek için başlayan bir hayatın içindeki sonsuz döngüler, kalp kırıklıkları, kahkahalar, öfkeler, aşk ve o ölümlü olduğunu unutma hali ile yenik düşülen kibir, hırs...
bir yerlerde tüm bunları aşanlar olduğundan eminim. kendi payıma; toplansa ancak yılda bir kez -birçok kez gösterilen sabırdan sonra- yaşadığım öfke hali haricinde belki ölüm gerçeği ile kişisel hayatımda çok fazla yüzleştiğimden olacak diğer duyguların yoğunluğunun benzersiz olduğu yanılgısına kapılmıyorum. çünkü hayatla kavga etmek insanoğlunun en temel hatası. asla kazanamayacağınız bir savaş. yine de her sabah enerjiyle dolu uyanıp bir sonraki günü ümit etmekten asla vazgeçmeyeceğimiz bir hamster çarkı. müzik bitene kadar dans etmeye devam edeceğimiz bir festival halidir yaşadığımız...
günün sonunda ölüm her şeyi ele geçirir. müzik bazen bir kalp atımı, bazen sonsuz kadar uzun gelen bir süre susar...tüm figüranlar dans etmekten başka bir şey bilmediklerinden şaşkınlıkla bakınır, ezgi yeniden başladığında ise önce sarsak adımlarla; zaman ilerledikçe ritmin içinde bir esriklik haliyle kaybolmuş çılgın figürleriyle bir sonraki sessizliğe kadar dönmeye devam ederler...
bir yerlerde tüm bunları aşanlar olduğundan eminim. kendi payıma; toplansa ancak yılda bir kez -birçok kez gösterilen sabırdan sonra- yaşadığım öfke hali haricinde belki ölüm gerçeği ile kişisel hayatımda çok fazla yüzleştiğimden olacak diğer duyguların yoğunluğunun benzersiz olduğu yanılgısına kapılmıyorum. çünkü hayatla kavga etmek insanoğlunun en temel hatası. asla kazanamayacağınız bir savaş. yine de her sabah enerjiyle dolu uyanıp bir sonraki günü ümit etmekten asla vazgeçmeyeceğimiz bir hamster çarkı. müzik bitene kadar dans etmeye devam edeceğimiz bir festival halidir yaşadığımız...
günün sonunda ölüm her şeyi ele geçirir. müzik bazen bir kalp atımı, bazen sonsuz kadar uzun gelen bir süre susar...tüm figüranlar dans etmekten başka bir şey bilmediklerinden şaşkınlıkla bakınır, ezgi yeniden başladığında ise önce sarsak adımlarla; zaman ilerledikçe ritmin içinde bir esriklik haliyle kaybolmuş çılgın figürleriyle bir sonraki sessizliğe kadar dönmeye devam ederler...
Zarif cümlenizin önünde saygıyla eğiliyorum. Güzel bir yılınız, keyifli anlarınız olsun. Müteşekkirim
Yazdıklarını içinden geldiği gibi uzun uzadıya tasvirlerle donatmayıp, karaladığı kısa hikayeleri veya günceleri muhafaza etmeyenlerdenim ben...
belki istediğimde "bana göre" derli toplu cümleleri ardı ardına daima kurabileceğime dair bir küstahlığın esiri olduğumdan, belki yaşadığımız sürenin kısıtlılığı içerisinde saklamaya değer başka şeyler varken bu kısmı çok önemli görmediğimden.
Tuhaftır, kitaplarıma çok düşkünüm oysa ki. Başkalarının kelimeleri mi beni daha çok etkileyen; yoksa kendi seçici algımla bana dair bir şeyleri yeniden yaratmanın daima benim elimde olduğunu fısıldayan ego mu beni buna iten o konuda da bir fikrim yok.
yaşım ilerledikçe, önceleri köşelerine dokunarak geçtiğim olayların kaç dayanak noktası olduğunu içten içe merak etmeye başladıkça ve her şeyi giderek daha büyük zihin süzgeçlerine boca ettikçe tüm bu koca yaratımın içindeki önemimin de, önemsizliğimin de aynı derecede farkına vardım.
fotoğrafımın çekilmesini oldum olası sevmemişimdir mesela, şimdilerde bir nev'i münzevi gibi tanımlanmamak adına çok az sayıda insanla fotoğraf paylaşsam da içimde bir yerin sürekli bundan rahatsızlık duymasına engel olamıyorum.
Herkesin buna güzelliğinin, yaşadığı anın, gördüğü yerlerin, sevdiklerinin ispatı veya hatırasını tutmak adına önem verdiğini biliyorum. Fakat olduğum yerleri ve sevdiğim insanları, keyifli anları karelerde dondurmayı bir tarafımla sevsem de konu ben olduğumda zihnime düşünceler üşüşüyor.
Eğer artık bugün göründüğüm gibi görünmeyeceğim bir yaşa kadar yaşarsam 10 ya da 20 yıl önce ne kadar güzel veya etkileyici olduğumun bir önemi olacak mı diye düşünüyorum. Elde edilebilecek olan yalnızca "zamanında ne güzel kadınmış" denilecek o üç saniye değil mi?
Neticede kişi kendini nasıl tanıtırsa tanıtsın, karşıdaki kişiye o dakika itibariyle gösterdiği ve hissettirdiğidir çünkü hatıratta yankı bulan.
Sonra eşyalara bakıyorum. Bir şeyin yalnızca güzel olduğu için sahip olma hırsıyla saklanması da ruhuma uymuyor benim. O eşyada bir anlam olmalı. Bir şeyleri çağrıştırmalı. (teknolojik aletlerden bahsetmiyorum, onlar zaten çağın gerektirdiği fonksiyonelliği ve zaman verimliliğini sağlamak üzerine tasarlanıyorlar ve nitekim amaçları da bu olmalı) ama yalnızca güzel olduğu için bir şeyleri kendime saklamayı başaramıyorum.
Onu benden daha iyi kullanabilecek, belki daha özenli bir dekorasyonla görünümünü tamamlayabilecek birine vermek konusunda ikinci kere düşünmeme gerek bile kalmıyor.
Belki yazılarıma ve eşyalara karşı gösterdiğim bu tutumdur ki beni insanlara da aynı şekilde davranmaya zorluyor. (Canlılarla cansızları karşılaştırmak da bir garip mi oldu bilemedim) Çevremdeki bir çok insanın arasında; ben de herkes gibi aslında dar bir çemberde yer alan sayılı dost ve aile bireyi ile yaşıyorum. Ama hayatımın hiç bir döneminde gitmek isteyen herhangi birine kalması için baskı yaptığımı hatırlamıyorum. İçeri girmesi için kapımı açtığım herkesin; istediğinde gitmesi için de o kapının aralık olacağını bilmesi benim için önem taşıyor. Bu bir değersizleştirme değil; her ne kadar öyle görünse de. Aksine karşıdakinin isteğine, ruhuna saygı duymak benim gözümde. Hayatım boyunca bulunmak istemediğim herhangi bir yerde kalmak zorunda olmayı kendime yedirememişimdir. Aynı şekilde salt kendi mutluluğum veya arzularım doğrultusunda hiçbir canlıyı da yürek hapishanesine koymamak gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi yukarıda yazdıklarımı aklımdan geçirdim.... sanırım başlığa uygun olarak zihnimde uçuşan düşünceleri sıraladım arka arkaya. Bazen bütünlüğü de sağlayamamışımdır muhtemelen. Bütün yazdıklarım belki bir serzeniş, belki anlaşılma kaygısı, belki yalnızca iç dökerek ferahlamaktan ibarettir. Aslında bu yazı da neresinden bakarsanız bakın hepimizin içinde yer alan "tarihe bir not düşmek", "ölümsüzleşmek", "anlaşılmak" la ilgili o koca boşluğun ifadesidir. Ama yine kimi zaman yaptığım gibi aklımdan geçen kendime dair eleştirilere gözümü, zihnimi kapatarak yayımlanması için "gönder" tuşuna basacağım. Hayatın küçük, değerli maskaralıkları...
belki istediğimde "bana göre" derli toplu cümleleri ardı ardına daima kurabileceğime dair bir küstahlığın esiri olduğumdan, belki yaşadığımız sürenin kısıtlılığı içerisinde saklamaya değer başka şeyler varken bu kısmı çok önemli görmediğimden.
Tuhaftır, kitaplarıma çok düşkünüm oysa ki. Başkalarının kelimeleri mi beni daha çok etkileyen; yoksa kendi seçici algımla bana dair bir şeyleri yeniden yaratmanın daima benim elimde olduğunu fısıldayan ego mu beni buna iten o konuda da bir fikrim yok.
yaşım ilerledikçe, önceleri köşelerine dokunarak geçtiğim olayların kaç dayanak noktası olduğunu içten içe merak etmeye başladıkça ve her şeyi giderek daha büyük zihin süzgeçlerine boca ettikçe tüm bu koca yaratımın içindeki önemimin de, önemsizliğimin de aynı derecede farkına vardım.
fotoğrafımın çekilmesini oldum olası sevmemişimdir mesela, şimdilerde bir nev'i münzevi gibi tanımlanmamak adına çok az sayıda insanla fotoğraf paylaşsam da içimde bir yerin sürekli bundan rahatsızlık duymasına engel olamıyorum.
Herkesin buna güzelliğinin, yaşadığı anın, gördüğü yerlerin, sevdiklerinin ispatı veya hatırasını tutmak adına önem verdiğini biliyorum. Fakat olduğum yerleri ve sevdiğim insanları, keyifli anları karelerde dondurmayı bir tarafımla sevsem de konu ben olduğumda zihnime düşünceler üşüşüyor.
Eğer artık bugün göründüğüm gibi görünmeyeceğim bir yaşa kadar yaşarsam 10 ya da 20 yıl önce ne kadar güzel veya etkileyici olduğumun bir önemi olacak mı diye düşünüyorum. Elde edilebilecek olan yalnızca "zamanında ne güzel kadınmış" denilecek o üç saniye değil mi?
Neticede kişi kendini nasıl tanıtırsa tanıtsın, karşıdaki kişiye o dakika itibariyle gösterdiği ve hissettirdiğidir çünkü hatıratta yankı bulan.
Sonra eşyalara bakıyorum. Bir şeyin yalnızca güzel olduğu için sahip olma hırsıyla saklanması da ruhuma uymuyor benim. O eşyada bir anlam olmalı. Bir şeyleri çağrıştırmalı. (teknolojik aletlerden bahsetmiyorum, onlar zaten çağın gerektirdiği fonksiyonelliği ve zaman verimliliğini sağlamak üzerine tasarlanıyorlar ve nitekim amaçları da bu olmalı) ama yalnızca güzel olduğu için bir şeyleri kendime saklamayı başaramıyorum.
Onu benden daha iyi kullanabilecek, belki daha özenli bir dekorasyonla görünümünü tamamlayabilecek birine vermek konusunda ikinci kere düşünmeme gerek bile kalmıyor.
Belki yazılarıma ve eşyalara karşı gösterdiğim bu tutumdur ki beni insanlara da aynı şekilde davranmaya zorluyor. (Canlılarla cansızları karşılaştırmak da bir garip mi oldu bilemedim) Çevremdeki bir çok insanın arasında; ben de herkes gibi aslında dar bir çemberde yer alan sayılı dost ve aile bireyi ile yaşıyorum. Ama hayatımın hiç bir döneminde gitmek isteyen herhangi birine kalması için baskı yaptığımı hatırlamıyorum. İçeri girmesi için kapımı açtığım herkesin; istediğinde gitmesi için de o kapının aralık olacağını bilmesi benim için önem taşıyor. Bu bir değersizleştirme değil; her ne kadar öyle görünse de. Aksine karşıdakinin isteğine, ruhuna saygı duymak benim gözümde. Hayatım boyunca bulunmak istemediğim herhangi bir yerde kalmak zorunda olmayı kendime yedirememişimdir. Aynı şekilde salt kendi mutluluğum veya arzularım doğrultusunda hiçbir canlıyı da yürek hapishanesine koymamak gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi yukarıda yazdıklarımı aklımdan geçirdim.... sanırım başlığa uygun olarak zihnimde uçuşan düşünceleri sıraladım arka arkaya. Bazen bütünlüğü de sağlayamamışımdır muhtemelen. Bütün yazdıklarım belki bir serzeniş, belki anlaşılma kaygısı, belki yalnızca iç dökerek ferahlamaktan ibarettir. Aslında bu yazı da neresinden bakarsanız bakın hepimizin içinde yer alan "tarihe bir not düşmek", "ölümsüzleşmek", "anlaşılmak" la ilgili o koca boşluğun ifadesidir. Ama yine kimi zaman yaptığım gibi aklımdan geçen kendime dair eleştirilere gözümü, zihnimi kapatarak yayımlanması için "gönder" tuşuna basacağım. Hayatın küçük, değerli maskaralıkları...
Yalnızlığı oldum olası sevdim. kitaplarımı, kahvemi, çayımı, hayatımda o anda varolan hayvan ve bitkilerin birbiriyle uyumunu... camların dışında hava kararırken kimi zaman sessizlik içinde, kimi zaman güzel bir müziğin veya filmin eşliğinde geçirilen saatleri. Böyle anlarda ruhum dinginleşir, zihnim berraklaşır benim. adeta zaman geçmiyormuş ve dışarıda bir dünya yokmuş gibi yalnızca kendi keyifli anlarıma odaklanırım. dışarıda da, içeride de olsa tüm günlük telaşelerden uzak geçirilen dakikalar benim için nimettir. onun için olacak; böyle zamanlarda ne sürekli sosyal medyada vakit geçirir, ne telefon ve mesajlara boğarım kendimi. tatilim, alışverişim, eğlencem, doktor randevum, yürüyüşüm için sohbetinden keyif aldığım bir arkadaşa hiç hayır demesem de bunların tamamını ve daha fazlasını yalnız başıma da yapmaktan inanılmaz keyif alırım.
Aslında belki de bir insanın en büyük lüksüdür yaşamındaki dakikalarda yalnız başına olmaktan da keyif almak. böyle anlarda her şeye daha dikkatli bakar, içinizi şöyle bir kurcalama imkanı bulur, tabiri caizse tüm karmaşadan iki adım geriye çekilerek uzaktan seyredersiniz.
o yüzden kendinizi bir tartın derim.. eğer yalnız kalamayanlardansanız kendinize bir fırsat verin. ilk başlarda belki ne yapacağınızı pek bilemeseniz de sonra kendi kendinizin en iyi arkadaşı olabileceğinizi farkedeceksiniz söz veriyorum. alışveriş? diye soranlara.. yanınızdaki arkadaşınız hangi rengi seçerse seçsin siz yine de kendi sevdiğiniz; size daha çok yakıştığını düşündüğünüz rengi tercih etmeyecek misiniz? :)
Aslında belki de bir insanın en büyük lüksüdür yaşamındaki dakikalarda yalnız başına olmaktan da keyif almak. böyle anlarda her şeye daha dikkatli bakar, içinizi şöyle bir kurcalama imkanı bulur, tabiri caizse tüm karmaşadan iki adım geriye çekilerek uzaktan seyredersiniz.
o yüzden kendinizi bir tartın derim.. eğer yalnız kalamayanlardansanız kendinize bir fırsat verin. ilk başlarda belki ne yapacağınızı pek bilemeseniz de sonra kendi kendinizin en iyi arkadaşı olabileceğinizi farkedeceksiniz söz veriyorum. alışveriş? diye soranlara.. yanınızdaki arkadaşınız hangi rengi seçerse seçsin siz yine de kendi sevdiğiniz; size daha çok yakıştığını düşündüğünüz rengi tercih etmeyecek misiniz? :)
Pandemiye kadar hiç sosyal medya hesabım olmadı. Ne Facebook, ne Twitter, ne Instagram. Sonra yalnızlığın had safhaya ulaştığı günlerde bir arkadaşım Clubhouse daveti gönderdi. Merak edip indirdim, bir profil oluşturdum. Tercihinize göre bazı odalara dahil olup arzu ederseniz dinleyerek, arzu ederseniz konuşmaya katılarak başka herhangi bir ortamda bir araya gelip fikrini dinleme imkanınızın olmadığı farklı coğrafyalardan, kültürlerden, yetiştirilme tarzlarından, eğitim seviyelerinden gelen insanlarla hiç bir abartı olmadan konuşabilmek güzel bir his verdi. Kişisel olarak sosyal medyanın daima insanın kendini, kendi isteğiyle tehlikelere açık hale getirdiği bir platformlar yığını olduğunu düşünmüşümdür. Clubhouse'ın ilk zamanları bunu yalanlar nitelikteydi. Sonra her yeni başlayan akım gibi bu da giderek insanların birbirine bağırdığı, odalardan attığı, engellediği, birilerinin mesaj kutuları üzerinden kendine partner sağlamaya çalıştığı, bazılarının diğerlerine üstün çıkmaya çalıştığı, özel odalarda görüşmenin ve sanal flörtlerin hız kazandığı (bana göre) anlamsız bir yer haline geldi. Çok güzel bir hayat anlayışına sahip, çok düzgün, kendini bir veya bir kaç konuda hayranlık duyulacak derecede yetiştirmiş bir çok insanla da tanıştım, tanışmak derken bir nev'i tabii. Bu arada kişisel seçimin önemine inanırım. Neticede ben istemediğim müddetçe hiç kimse hayatıma dahil olamaz; yine bu zemini ben oluşturmuyorsam hiç kimse özelimi öğrenemez. Kötü amaçlar için kullanılabilir mi? Kesinlikle evet. Sanal ortamlarda tanıştığınız insanların söyledikleri kişiler çıkmaması mümkün mü? Çok yüksek bir ihtimalle. (Bunu eleştiren herkes önce kendini sosyal medyaya çektiği 35 resimden en iyisini koyup koymadığıyla sorgulasın)
Hayatın içinde eğer mesafeleri kaldıracak bir yöntem arıyorsanız ve farklı görüşlerle tanışmaya, dinlemeye açıksanız başka bir yolunuzun olmadığını farkettim. Kendi yalnızlıklarımızın ve ilgi, sevgi, beğenilme arzularımızı tatmin etme isteğimizin kölesi olduğumuz noktada indiriyoruz genellikle duvarlarımızı..
Hayatın içinde eğer mesafeleri kaldıracak bir yöntem arıyorsanız ve farklı görüşlerle tanışmaya, dinlemeye açıksanız başka bir yolunuzun olmadığını farkettim. Kendi yalnızlıklarımızın ve ilgi, sevgi, beğenilme arzularımızı tatmin etme isteğimizin kölesi olduğumuz noktada indiriyoruz genellikle duvarlarımızı..
Neredeyse her türlü hayvanı severim. Yıllar içinde bir kaç köpek, küçükken evde kedi, muhabbet kuşu, balıklar derken ne çok dışında kaldım ne tamamen kendimi kaptırdım sanırım. bizimle anlaşabilmelerinin onlar için ne kadar zor olduğunu düşünüyorum bazen. bu tıpkı bir kelime bile dilini bilmediğiniz, hiç bir yaşam koşulundan haberdar olmadığınız ve sizi neyin etkileyeceği yönünde bir fikrinizin dahi olmadığı bir ülkeye bırakılmak gibi. birileri var, size bir şeyler söylüyorlar. ne dediklerini anlamıyorsunuz. neyi yapmanız gerektiğinden emin değilsiniz. yaptığınız ya da yapmadığınız bir şeylerin size dönüşünün ne olacağı konusunda da bir fikriniz yok. acıktığınızı anlayacaklar mı, su ya da yiyecek bulabilecek misiniz, bulduğunuzda devamı gelecek mi bilmiyorsunuz. size kötü mü iyi mi davranacaklar o da belli değil. bir yeriniz acırsa bunu ifade etme şansınız yok. üstelik bu canlıların sizin üzerinizde bir gücü var. yemeğiniz ve suyunuz, barınmanız onların elinde ve tasmalar, kafesler, kutularla sizi hapsedebiliyor veya istedikleri yöne götürebiliyorlar. belki de bu nedenle gözüme hep çok tedirgin görünüyorlar. belli bir kısmı ise bu bilinmez koşulları daha gür sesler çıkararak, ilk önce kendisi saldırarak, etrafına korku salarak zarar görmeden atlatmaya çalışıyor gibi... kimi zaman birileriyle bir bağ kurduklarını hissederek güvende olduklarına ikna oluyorlar ve daha sonra çeşitli nedenlerle bu güvenli ortamı kaybedip yeniden aynı bilinmezliğe dönüyorlar. Yaşamın içerisinde düşünecek bir sürü şey varken buna neden mi takıldım? bu da hayata dair detaylardan biri çünkü.
Geçenlerde bir paylaşıma rastladım. Ölenin arkasında bıraktıklarının, takip eden zamanda (1 yıl içerisinde) duygu değişimlerini, yaşananları ve o esnada ruhunu teslim etmiş olan bedenin geçirdiği aşamaları anlatıyordu.
Bir kaç kere dinledim. Gerçekliği ve anlatanın yalınlığı beni sarstı.
Bir yanım böyle olması gerektiğini ve bunu engellemenin mümkün olmadığını düşünürken diğer yanımı kabullenmekte zorlanırken yakaladım.
Halbuki her yaşamın en sığ ve basit tabiriyle enerjiden oluştuğuna, enerjinin hiçbir koşulda kaybolmadığına inanırım.
Kaybettiğim onca insanın yüreğini bir şekilde içimde muhafaza ettiğime ve enerjinin bana bir şekilde onların sevgisi, koruması olarak dokunduğuna...
Kimine göre doğru, kimine göre yanlış; hatta günah.
Bu benim hissettiğim. Dayattığım, savunduğum değil. Çünkü günün sonunda kişi kendiyle başbaşayken neyi kendine yakın buluyorsa yine oraya yönelir.
Sanırım ne kadar okursak okuyalım, üzerinde ne kadar düşünürsek düşünelim ya da kabullenme seviyemizin ne olduğunu iddia edersek edelim, ölümün en acı yanı yoksunluk ve herkes kendince bunu aşmaya çabalıyor.
İçimin kalabalıklığı dilime vurdu gün akşam olurken...
Bir kaç kere dinledim. Gerçekliği ve anlatanın yalınlığı beni sarstı.
Bir yanım böyle olması gerektiğini ve bunu engellemenin mümkün olmadığını düşünürken diğer yanımı kabullenmekte zorlanırken yakaladım.
Halbuki her yaşamın en sığ ve basit tabiriyle enerjiden oluştuğuna, enerjinin hiçbir koşulda kaybolmadığına inanırım.
Kaybettiğim onca insanın yüreğini bir şekilde içimde muhafaza ettiğime ve enerjinin bana bir şekilde onların sevgisi, koruması olarak dokunduğuna...
Kimine göre doğru, kimine göre yanlış; hatta günah.
Bu benim hissettiğim. Dayattığım, savunduğum değil. Çünkü günün sonunda kişi kendiyle başbaşayken neyi kendine yakın buluyorsa yine oraya yönelir.
Sanırım ne kadar okursak okuyalım, üzerinde ne kadar düşünürsek düşünelim ya da kabullenme seviyemizin ne olduğunu iddia edersek edelim, ölümün en acı yanı yoksunluk ve herkes kendince bunu aşmaya çabalıyor.
İçimin kalabalıklığı dilime vurdu gün akşam olurken...
Hatırlıyorum da, çocukluğumuz boyunca annemle babamın hiçbir kavgasına şahit olmamıştık. Arada bir tatlı tatlı takılırlardı birbirlerine ama ne sert bir söz, ne ters bir bakış, ne de yükselen sesler yoktu hayatımızda. Biz çocuklar kimi zaman bir şeylerin ters gittiğini hissederdik tabii. Annem sofraya yemeği sessizce koyar, hiç muhabbet etmezler, yalnızca arada bir babamın "teşekkür ederim" leri, annemin "afiyet olsun" ları dışında bir diyalogları olmazdı.
Aradan yıllar geçti. Hepimizin çevresini kavgalar, tartışmalar, diyaloglarda seviyesini koruyamayan insanlar, öfkesini çıkarmak için sesinin yettiği kadar bağıranlar sardı bazen.. Öyle dönemlerden birinde anneme sordum.
Ben - "Sahi, siz babamla hiç kavga etmediniz mi anne?"
Annem - "Etmez miyiz, hem de çook"
Ben - "Biz niye hiç duymadık?"
Annem - "Hani o sizi götürmüyoruz diye küstüğünüz, babanla bir sahile inip hava alacağız dediğimiz zamanlarda ne yaptığımızı sanıyordunuz, sizi evde bırakıp keyfimize göre dolaşıp mısır yediğimizi mi?"
Birkaç şeyi aynı anda farkettiğimi anımsıyorum. Birbirlerine (kavgaları ne olursa olsun en azından bizim yanımızda) hiç saygısızlık etmediklerini, sakin çocuklar olarak yetiştiğimiz için ne kadar şanslı olduğumuzu, eğitim hayatları olmamasının ebeveynleri doğru davranmaktan alıkoymayabileceğini, hiçbirimizin (kardeşlerimden bahsediyorum) yaralayıcı davranan/konuşan, tartışmayı kavga zanneden insanlarla yakın olmamamızın nedeninin aslında bunu içselleştirememiz olduğunu... gibi gibi işte. Şimdilerde kafeteryalarda, yollarda, TV'de insanların, özellikle de çiftlerin birbirlerine davranışlarını görünce içimde bir anneanne hüznü, "ah eski günler" diyerek gezmelerim...
Aradan yıllar geçti. Hepimizin çevresini kavgalar, tartışmalar, diyaloglarda seviyesini koruyamayan insanlar, öfkesini çıkarmak için sesinin yettiği kadar bağıranlar sardı bazen.. Öyle dönemlerden birinde anneme sordum.
Ben - "Sahi, siz babamla hiç kavga etmediniz mi anne?"
Annem - "Etmez miyiz, hem de çook"
Ben - "Biz niye hiç duymadık?"
Annem - "Hani o sizi götürmüyoruz diye küstüğünüz, babanla bir sahile inip hava alacağız dediğimiz zamanlarda ne yaptığımızı sanıyordunuz, sizi evde bırakıp keyfimize göre dolaşıp mısır yediğimizi mi?"
Birkaç şeyi aynı anda farkettiğimi anımsıyorum. Birbirlerine (kavgaları ne olursa olsun en azından bizim yanımızda) hiç saygısızlık etmediklerini, sakin çocuklar olarak yetiştiğimiz için ne kadar şanslı olduğumuzu, eğitim hayatları olmamasının ebeveynleri doğru davranmaktan alıkoymayabileceğini, hiçbirimizin (kardeşlerimden bahsediyorum) yaralayıcı davranan/konuşan, tartışmayı kavga zanneden insanlarla yakın olmamamızın nedeninin aslında bunu içselleştirememiz olduğunu... gibi gibi işte. Şimdilerde kafeteryalarda, yollarda, TV'de insanların, özellikle de çiftlerin birbirlerine davranışlarını görünce içimde bir anneanne hüznü, "ah eski günler" diyerek gezmelerim...
hoş geldiniz, bilginizle fikirler ve eleştiriler getirdiniz.
eski defterler ile zamanda yolculuk açılıyor. dün, bugün, yarın ve sonsuza değin el değmemiş konularda deneyim ve düşüncelerinizi açıkça paylaşabildiğimiz kronolojik bilgilik, hayata dair ne varsa aklınızdakilere 7/24 tercüman olacak etik çerçevede bir topluluğuz.
üyemiz olarak, zaman makinesi eski defterler'e siz de özgürce yazılar yazmak ve yönetimine katılmak ister misiniz? iletişim: sozluk@eskidefterler.com / +908503022238