confessions

farmasiyen

1. nesil murahhas - üstad - murahhas

  1. toplam entry 180
  2. takipçi 3
  3. puan 13643

pazartesi sendromu

farmasiyen
Okula veya işe gidenlerin her hafta başı düzenli olarak muzdarip olduğu duygusal durum. etkilerini pazar gününün akşamından itibaren göstermeye başlayan bu sendrom, pazartesi sabahı alarmın çalmasıyla birlikte iyice şiddetlenir. 😊
tüm hafta boyu devam eden pazartesi sendromu, cuma günü olunca bünyeyi yavaş yavaş terk etmeye yeltenir. cumartesi-pazar pusuda bekleyen pazartesi sendromu, bir sonraki pazar gününün akşamında yine ortaya çıkar. bu sirkülasyon böyle sürüp gider, taa ki emekli oluncaya kadar. 😊
ama boş gezenin boş kalfası olan, istediği zaman uyuyup istediği zaman uyanan kişiler için pazartesi sendromu diye bir şey yok. Çünkü onların hayatı sendrom. zamanını boşa geçirmekten daha büyük sendrom mu olur? diye soruyorum ve sizleri düşünmeye davet ediyorum sayın seyirciler.
pazartesi sendromu nedir? belirtileri nelerdir? öğrendiğimize göre şimdi başka bir konuya daha açıklık getirelim:
- pazartesi sendromu bulaşıcı mıdır?
* evet. siz solunuzdan kalkıp mahkeme duvarı gibi bir suratla iş yerine / okula giderseniz, tabii ki sirke satan yüzünüzle etrafınızdaki insanları demoralize edersiniz. lütfen sendromunuzu içinizde yaşayın!
- pazartesi sendromu nasıl geçer? pazartesi sendromu ne iyi gelir? (soruya soruyla karşılık verme alışkanlığım hep, haber sitelerinde takaılmaktan oldu. halbuki eski defterler gibi günlük hayat gazetesi varken haber siteleriyle ne işimiz olmalı?) 😊
* pazartesi sendromunu atlatmanın ilk yolu bu hastalığı kabullenmektir. 😊
ikinci aşama size okulu veya işi sevdirecek bir hedef belirlemeniz.
örneğin; lisedeyseniz, "falanca üniversiteyi kazanacağım." veya üniversite okuyarsanız "mezun olup şu işe gireceğim. beni havada kapacaklar." yahut eğer çalışıyorsanız, "hedef 1 milyon TL!" gibi bir amacınız olmalı. âcilen sevgili yapmak da, okuldan veya ofisten nefret derecesinde tiksinmenizi önleyecektir.
pazartesi sabahı en yoğun hâline ulaşan trafikte canınızın sıkılmasını önlemek, otobüsteki ve yollardaki insancıklara odaklanmadan dikkatinizi farklı yerlere vermek için podcast dinlemeyi tercih edebilirsiniz.
o zaman herkese iyi pazartesiler!

yeni yıl

farmasiyen
eski defterler'e yakışır başlıklrdan biri daha. uçuşan düşünceler yerine kalemimden dökülen inciler deseydiniz abartmış olmazdınız bence. eski defterler gibi değerli bir platformda böyle içten, derin mânâlar ihtiva eden yazılar görmek çok güzel.

hayat gazetesi

farmasiyen
eski defterler'in yeni ve onu en iyi özetleyen sloganlardan biri. bence de eski defterler bir hayat gazetesi. ama burada her haber manşetten giriyor. bu gazete günlük değil anlık olarak yayınlanıyor. ücretli abonelik yok, hayattan haberdar olmak isteyen herkes için ücretsiz. bir de bu gazetede herkes kolayca editör, köşe yazarı, haberci olabiliyor. çünkü eski defterler hem herkese açık, hem her düşünceye. insanları şucu-bucu diye ötekeleştirmiyor ve her fikre, dünya görüşüne, ideolojiye saygı duymayı, dinlemeyi biliyor. kendinden olmayanı dışlamıyor, her düşüncenin istifâde edilecek bir yanı olduğuna inanıyor.
türkiye'de, daha doğrusu dünyada böyle bir gazete var mı? ya da olabilir mi? hayır. o yüzden eski defterler'in müdâvimi olmaya devam...

sil baştan başlamak

farmasiyen
'her şey bitti.' diye düşünülen ve moralin eksi 100'lere indiği, umutsuzluğun yüzde 1500 tavan yaptığı o anda uygulanması gereken tek davranış: sil baştan başlamak.
iflas etmek, uzun süreli bir ilişkinin bitmesi, işten kovulmak gibi durumlarda tek çare sil baştan başlamaktır. geçmişe takılı kalmanız ve neden? nasıl? ve benzeri 5N1k sorularıyla kendinizi yiyip bitirmeniz hâlinde bir arpa boyu yol alamayacağınız gibi para, iş, sevgili vs. tekrar kazanılabilecek şeylerden daha önemli bir şeyi kaybetmiş olursunuz: zaman.
sil baştan başlamak zor olsa da cesareti olanlar için güzeldir, hatta eskisinden daha iyi olabilir. eski defterler'e sil baştan başlamak şu an çok güzel meselâ. bu sözlüğe aylardır yazmıyorken, şimdi tekrar burada olmak ve özüme dönmek mutluluk verici.

oruç tutmayanın sahura kalkması

farmasiyen
sahurda patates kızartması, sucuklu tost gibi dişe değen lezzetli bir şeyler varsa onları kaçırmamak için uykusundan feragat ederek (!) 'utanmadan' sahur sofrasında boşuna yer işgal etme durumu!
nasıl tanımlama ama? kendimi wikipedia genel müdürü gibi hissettim. (!) wikipedia'da öyle bir görev dağılımı var mı bilmiyorum ama eski defterler'de yazar rütbesi bize yeter dostlar, başka bir mertebe aramaya gerek yok! ❤️

konumuza geri dönecek olursak: keyfî, kasten, hiçbir mazareti olmadığı halde oruç tutmayan kimsenin sahur masasına oturup tıkınması bence tam anlamıyla bir görgüsüzlüktür. o sofraya allah rızası için oturmuş olan ve gün boyu aç kalacağı için bir şeyler yiyerek midesini doldurmaya çalışan insanların yemeğine göz dikmektir.
sen nasıl olsa oruç tutmadığın için günün her saati yemek yeme potansiyeline ve imkânına sahipken, onların birkaç saatlik zaman diliminde yemesi gereken yiyeceklere neden saldırırsın? anlamak mümkün değil.
dolayısıyla oruç tutmayıp sahur sofrasına oturma eylemi, oruç tutacak olanların gıdasını azaltma, onların vitamin ve mieral ihtiyacını tam olarak karşılamalarına engel olma, yeterince doymalarını önleme teşebbüsüdür! (bu tanım ders kitaplarına girmeli.) 😂
bir de bunun, 'oruç tutmadığı halde iftar sofrasına herkesten önce oturan' versiyonu vardır.
oruç tutmadığı halde iftar verenler, oruç tutmayıp iftar davetlerine gidenler, neler neler.
bu tarz insanların türevleri çoktur.

gönül dağı

farmasiyen
tek bir sahnesini bile izlemediğim fakat herkesin çok konuştuğu TRT1 dizisi. o nedenle bu başlıkta gönül dağı ifadesini farklı bir perspektiften ele almayı düşünüyorum. belki 'yok artık, bu kadar zorlama yorum mu olur?' diyecek; belki de 'vay be ne kadar derin anlamlar yükledin' diye beni takdir edeceksiniz. her ikisi de kabul.
gönül dağı; gerçekten sevenlerin tırmanmayı başarabileceği, çok yüksek, heybetli bir dağdır. kalbin tam ortasına kurulmuş olan gönül dağının üç tarafı sularla (pardon sevgiyle) çevrilidir. o öyle bir dağdır ki, everest dağından da, nemrut dağından da, ağrı dağından da yüksektir.
gönül dağında; rafting, snowboarding, kanyoning, trekking gibi sporlar gerçekleştirilmez. ortam buna müsait değildir. gönül dağında ı loving sporu yapılır. (ha ha ha öldüm gülmekten) :) :) :)
gönül dağının zirvesine aşk ile varılır. ama bu, mecâzî değil hakîkî aşk olmalıdır. yoksa tam bitti derken, dağdan aşağı düşersiniz ve o kadar teptiğiniz yol yanınıza kâr kalır.
'bakarsan bakmazsan dağ' olur demişler. şimdi mantıken dağ daha büyük, o zaman bakmayalım dağ olsun. yanlış mı düşünüyorum? :)
galiba yanlış düşünüyorum. atalarımız güzel söylemiş. yapmamız gereken işlere bakmazsak dağ gibi yığılır. bakın size dağ ile ilgili çeşitli atasözleri ve deyimlerden oluşan bir edebiyat konseri verdim. :)
o zaman şimdi yazımı şu sözlerle noktalıyorum:
küçük dağları ben yarattım havasında olmayın. hazıra dağ dayanmaz unutmayın, çalışın. güvendiğiniz dağlara karlar yağmasın. dağdan gelip bağdakini kovmaya çalışan dağ ayılarına pabuç bırakmayın!
hadi selametle. :)

kokoreç

farmasiyen
hiçbir zaman yemediğim, yemeyi düşünmediğim et ürünü. hakkında bildiğim tek şey, hayvanların bağırsaklarından yapılıyor olduğu. -nimetleri küçümsemiyorum, hiçbir yemeğe iğrenç demem yanlış anlaşılmasın fakat- benim kıymalı börekten ve lahmacundan bile midem bulanırken kokoreç yemem düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemez. (!)
içinde tane tane kıyma olan hiçbir şeyi yemem fakat köfte ve hamburger yerim. bu da ayrı bir çelişki.
isteğe bağlı ekmek arasında veya tabakta yenen kokoreç, bol kekik ile daha güzel oluyormuş. özellikle konser çıkışında veya arkadaş buluşmalarında sıklıkla tercih edilen bu yemek kimilerine göre bir efsane, kimilerine göre kokusu bile işkence.
Gerçi kokoreç şurada dursun, ona gelene kadar durup düşünmemiz, kendimizi sorgulamamız gereken o kadar çok şey var ki… Örneğin bayıla bayıla yediğimiz salamlar, hayvanların un hâline getirilmiş kemik ve kıkırdaklarından yapılan sosisler. peki ya hangi malzemeden üretildiği belli bile olmayan sucuklar?
İçine çin tuzu katılan hamburgerler, yarısından çoğu et değil yağ olan dönerler…
(bu söylediklerim hiçbir işe yaramayacak, siz yine yemeye devam edeceksiniz biliyorum. Çünkü ben de edeceğim. Sigaranın zararlarını çok iyi bilmesine rağmen tiryakilikten vazgeçemeyen insanlar gibi, bağımlı hâle getirildik.
Fiyatlar her gün sinsice 1'er TL, 2'er TL artırılmaya devam ederken, fast-food artık bir lüks olmuşken, ev yemeklerini bırakıp hâlâ dışarıdaki ne idüğü belirsiz şeylere para vermek gerçekten çok üzücü. Kendime, vücuduma, kalp damarlarıma acıyorum. Yediklerimin acısı Ömrüm olursa muhtemelen bundan 20-30 yıl sonra çıkacak biliyorum. Bu bir itiraftır, okuduğunuz için teşekkürler dostlar!)

sürekli mutsuz olan insan

farmasiyen
pesimist, depresif ruh hâliyle evrene negatif enerji yayan, her şeye kulp bulma şeklinde üstün bir yeteneğe (!) sahip olan, kendisini memnun etmenin imkânsız olduğu insan türü. 'ağzınla kuş tutsan yaranamazsın' lafı bunlar için söylenmiştir.
hani 'bardağın dolu tarafından bakın' derler ya. bunlar bardağın boş tarafından bile bakamaz.
- hani? bardak nerede? ben bardak mardak göremiyorum.
derler. bakış açıları böylesine dardır. her şeyin karanlık, çirkin yönlerine odaklanır, sahip olduklarının farkına varmaz ve hiçbir zaman doymazlar.
devamlı mutsuz olan insanlar kendileri gibi başkalarının da mutsuz olmasını ister. kötülükten beslenir, biri kendisiyle aynı durumu yaşayınca bundan güç alıp motive olurlar.
onlara bir şey anlatsanız hep sizi demotive eder, olumsuz yorumları sayesinde hevesinizi îtinayla kırmayı başarırlar. bunlara kötü bir rüyanızı anlatın, hemen şerre yorar ve o şom ağızlarını bir açtılar mı susmak bilmezler.
peki bunlarla nasıl başa çıkmalı? işte size, sürekli mutsuz olan insanların olduğu ortamlarda hayatta kalma yöntemleri!
- bunlara ne derdinizden, ne sevincinizden bahsetmeyin.
- sizi darlamalarına izin vermeyin. kendi sıkıntılarını anlatırlarsa hiç yorum yapmayın, oralı olmayın veya konuyu değiştirin.
- anneniz evde oturmaktan, babanız iş-güçten, kardeşiniz sevgilisinden dolayı mutsuz takılıyor, yaşam enerjinizi sömürüyor olabilir. 'şunun mahkeme duvarı gibi suratını görmesem keşke' diye düşünüyorsanız yapacak bir şey yok. onunla aynı ortamda bulunma sürenizi azaltın. beraber TV izlemek zorunda değilsiniz öyle değil mi, internet diye bir şey var kardeşim aç oradan bir Netflix keyfine bak. (Şu an izleyecek adam gibi dizi yok zaten. bizi anca netflix paklar.)
Nasıl tavsiyeler? beğendiyseniz yorum yapın, beğenmediyseniz farklı tavsiyeler yazın ki zengin bir çeşitlilik oluşturalım.

sonsuz sayfaları ile eski defterler

farmasiyen
öyleyse hoş geldiniz. eski defterler eskimeyen dostluklara imza atılan, eski hatıraları canlandıran, adı 'eski' olsa da her zaman yeni şeyler paylaşılan, hem dünü hem bugünü hem de geleceği aynı karede buluşturup mükemmel bir manzara oluşturan bir yer.
hepimiz bir eskiciyiz burada. ama birbirimizden hurdaya çıkmış şeyler değil, bilgi ve deneyim satın alıyoruz. herkes birbirinin hayatına değer katıyor, 'paylaşım olsun' diye değil 'işe yarasın' diye yazıyor.
eski defterler'i diğer sözlük platformlarından ayıran en önemli fark bu. bir başlıkta yüzlerce sayfa olup olmaması önemli değil. birkaç entry bile o yüzlerce sayfanın ihtiva edebileceği farklı yorumları, değişik bakış açılarını, envâiçeşit bilgiyi bir arada sunabiliyor.
Çünkü eski defterler kaliteli insanları buluşturuyor ve dolayısıyla yazılan tüm başlık ve entryler nitelikli bir yapıya sahip oluyor.
Hani rüya içinde rüya görürüz ya bazen. Eski defterler'de böyle. Başlık içinde başlık, konu konuyu açıyor. Her sayfa ayrı bir dünyaya kapı aralıyor.
Eski defterler bir sözlükten daha ötesi, bir paylaşım portalından çok daha fazlası. 'aşk deniz suyu içmeye benzer. İçtikçe daha da içesin gelir.' Derler ya. Eski defterler'de yazmak tam da bu. İnsanın daha çok yazası geliyor. yazmaya olan isteğini, -deyim yerindeyse- hararetini artırıyor eski defterler'in samimi, sıcak atmosferi.
Buraya sanırım 2020 yılının sonlarına doğru katılmıştım. O zamandan bu zamana düzenli olarak takip ediyorum ve bundan hiç sıkılmadım. Bu platformda geçirdiğim vakit bana çok şey kazandırdı ve size de kazandıracağından eminim.

hastalık hastası olmak

farmasiyen
vücudundaki en küçük reaksiyondan, en ufak kıpırtıdan, en minik tepkiden çok kötü senaryolar üretme potansiyeli. örneğin:
- başım dönüyor, acaba tümör mü?
- karnım ağrıyor, yoksa apandisitim mi patladı?
- suratımda sivilce çıkmış; yoksa bu, içimdeki kanserin dışa yansıması mı? (tevbe tevbe)
hastalık hastalarının genel özellikleri şöyledir:
- kendilerini dinlerler.
- internetten hastalık belirtileri okumayı çok severler. hatta birçok konuda uzmanlaşmışlardır. show TV'de her yaz günü Doktorlar dizisini izleyen insanlar gibi; tıp terimlerine, medikal cihazlara falan oldukça âşinâdırlar.
- hastaneye gidince rahatlarlar, tüm semptomları kaybolur. eve gelince bunlar yine nükseder.
hastalık hastasını hasta olmadığına ikna etmek imkânsızdır. o; 'hasta değilsin, benden sağlamsın, turp gibisin' tarzı sözleri hakaret olarak algılar. çünkü o çok hastadır, fakat siz kendisini anlamıyorsunuzdur! (!)
hastalık hastası hiçbir zaman bir-iki doktorla yetinmez. işini sağlama almak için doktor doktor gezmeyi tercih eder.
bunların tam tersine, bir de hiçbir şeyi takmayan, vücudundaki her şeyi hayra yoran (!) bir grup vardır.
meselâ sürekli bir yeri mi ağrıyor?
'amaan canım, damar damar üstüne binmiştir.' gibi bilimsel bir açıklama (!) ile içini rahatlatır.
onlar kesinlikle olumsuz düşünmez, her şeye mantıklı bir gerekçeleri vardır:
- burnum akıyor, boğazım ağrıyor, vücudum kırılıyor, ölüyorum ama hasta değilim. çünkü mevsim geçişlerinden ya, normaldir.
- sürekli gözüm ağrıyor, devamlı ekrana bakıyorum ya ondandır.
- ben obez falan değilim tamam mı? ne varmış vücudumdaki yağ oranı kas oranından fazlaysa? hayır ne olmuş karbonhidrat miktarım protein miktarımı geçmişse? benim kemiklerim iri, o kadar.
sizi negatif enerjileri ve hiç düşmeyen o stres seviyeleriyle hastalık hastası etmeye çalışan insanlardan uzak durun dostlar!
yazımı, sıla'nın yıllar yıllar önceki bir şarkısıyla noktalıyorum:
'rezil ettim kendimi,
dağıttım içtim düştüm.
ona buna ağladım,
içimden döküldüm.
gülmeyi unuttum,
kendimi dinlemekten.
hastalık hastası,
oldum senin yüzünden.'

aşık olmak

farmasiyen
âşık olmak mı? en kısa tanımıyla: 'duygu israfı!' evet; eğer yanlış kişiye, yanlış zamanda -ki aşk hiçbir zaman doğru zamanı beklemez- âşık olduysanız, bunun sonucunda üzülen taraf sizseniz, hep onun için çabalamanıza rağmen hiçbir karşılık göremiyorsanız yaptığınız şey kalbinizi boşuna yormak, hislerinizi gereksiz yere harcamaktır.
kimileri için en büyük hata, en ağır pişmanlık, vakit kaybı ya da sadece basit bir eğlence olan aşk, kimileri için bir fırsat, şans, yeniden doğuş, özüne dönüştür.
- âşık olmak kolaydır, âşık kalmak zordur. çünkü aşkına sahip çıkmak, temiz sevmeyi başarmak herkesin harcı değildir.
- âşık olmak bedavadır. âşık olduğun kişiyi mutlu etmek istersen belli bir bütçeyi gözden çıkarman gerekir. (!) kolay mı canım bunun sevgililer günü var, doğum günü var, nişanı düğünü ıvırı zıvırı var.
- hoşlanmak başkadır, âşık olmak başkadır. çakma saat ve orijinal saat gibi düşünün; biri beş paralık, diğeri paha biçilmez.
- biri âşık olmasına rağmen karşı taraf sevmiyorsa buna platonik derler. iki taraf da seviyorsa buna kara sevda denir. ikisi de sevmiyor fakat çıkarları için birliktelerse buna da ortaklık adı verilir. nasıl bilimsel tanımlama?
son söz: param cebimde kalsın, trip mrip çekemem, kimsenin nazıyla uğraşamam, kıskançlığa gelemem, özgürlüğümden taviz veremem.
eğer düşüncelerine tercüman olduysam: sen âşık olmak için uygun bir aday değilsin! bu çıkmaz sokağa girme, sağdan dön yoluna bak!

seda sayan

farmasiyen
'evleneceksen gel' şarkısıyla aklımda kalan, TV hayatı boyunca birbirinden anlamsız, boş, faydasız programlara imza attığını üzülerek belirtmek istediğim ünlü bir şahsiyet. Şimdi 'seda sayan çağlar ökten ile evleniyor mu?' haberleriyle gündemde. halbuki bunda bu kadar şaşıracak ne var? ünlüler camiasında kendinden 20-30 yıl önce doğmuş, biyolojik olarak senden daha olgun (!) biriyle evlenmek gayet sıradan bir şey. ama eğer bunların çocuğu olursa ve bir gün, 'baba? annem senden niye bu kadar büyük?' diye sorarsa ne cevap verirler, o bir muamma.
kırmızı başlıklı kız masalında olduğu gibi, 'seni daha iyi yiyebilmek için!' falan diyemeyeceklerine göre, mantıklı bir gerekçe bulmaları gerek. örneğin şöyle diyebilir:
'kızım baban beni sinir hastası etti. onun yüzünden yaşlandım.'
eğer babası daha büyükse 'annenin dırdırları ömrümden ömür çaldı' falan desin.
'parası için annem yaşındaki biriyle evlendim' veya 'sırf zengin olduğu için babam yaşındaki birinin karısı olmayı seçtim.' demektense…
Gerçi kendinden büyük biriyle evlenmek tabii ki mutlak surette kötü, ayıp, utanılacak bir şey değil. böyle yapan insanların hepsini kınamak, aynı kefeye koymak yanlış. ama eğer sevmediğiniz halde yalnızca evi, arabası ve mal varlığı için böyle bir tercihte bulunuyorsanız sizinki evlilik değil ticari bir anlaşmadır.
yazımı bu konu için yazdığım bir şiirle noktalıyorum:
adını hiç duymadım, kimmiş bu çağlar ökten?
zaten durumlar kötü, düzeltin şunu kökten,
piyasa hep bozulmuş, her fiyat çok pahalı,
kiminin evinde yok, ne bir perde ne halı.
(kamu spotu sona erdi.)

uyku sorunu

farmasiyen
kolay kolay uyanamamak, birçok kişinin sahip olmak isteyip de olamadığı bir fırsat. yastığa yarım metre ala uykuya dalmak, kış uykusuna yatmış gibi uyumak herkese nasip olmaz.
"bazılarının uykusu bir tüy gibi hafif, bazılarınınki balyoz gibi ağırdır.
bazıları ayakta uyur, gerçekleri görmez sağırdır."
(farmasiyen atasözü)
evet, bu küçük şiirimsi şeyden sonra; objektif, bilimsel bilgilere geri dönüyorum:
- uyku sorunu nedir?
bazılarına koyunları saydıran, 'yine mi gece oldu, ben sabaha kadar ne yapacağım şimdi ya! Dön babam dön!' diye hayıflandıran; bazılarının da gününü yatakta geçirmesine yol açan bir sağlık problemi. (ilk gruptakilerin yaşadığı şey yani uyuyamamak insomnia adını alırken, ikinci gruptakilerin muzdarip olduğu 'gereğinden çok uyumak' durumuna 'hipersomnia' denir.)
- uyku sorunu neden olur?
bu soruya herkesin vereceği yanıt farklıdır: kimileri; 'lanet olası aşk acısı yüzünden', kimisi de 'ulan hep şu sınavların suçu' der. Gelecek kaygısı, 'ilaç'c adı verilen farmakolojik ürün çeşitleri, mideyi tıka basa doldurup çıfıt çarşısına çevirmek, burnundan düzgün nefes alamamak ve daha bir sürü şey uyku sorununa sebebiyet verebilir.
- uyku sorunu nasıl geçer?
bunun doğal ve tıbbi pek çok cevabı olsa da en önemli şartı şudur: kendinizi hiçbir zaman, asla, kat'iyyen; 'uyuyamayacağım!' diye şartlandırmayacaksınız. 'ya uyuyamazsam? yine sabahı zor edersem? yine geldi kâbus geceler!' diye düşünmeyeceksiniz. kafanızı başka şeylerle meşgul edeceksiniz.
bunun dışında; kedi otu, melatonin, atarax, antidepresan, uyku ilaçları vb. herkeste farklı etkiler meydana getirebilecek alternatif çözümler. bir uzmana danışmayı ihmâl etmemeli.

okullar tatil mi

farmasiyen
öğrenci ve öğretmenlerin 'evet!' diye yanıtlanması hâlinde mutluluk gözyaşlarına boğulduğu (!), olumsuz cevaplandığı takdirde herkesin 'off yine mi yaa!' diye derin bir hüzne gark olduğu o kritik soru: okullar tatil mi?
Bu soru, tatili pek seven güzel ülkemiz türkiye'de, 365 günün neredeyse yarısını kapsayan bir süreçte olumlu yanıt bulur. çünkü birkaç damla yağmur yağmaya görsün, meteoroloji bir uyarı yapmaya görsün, havada biraz parçalı bulut, biraz sis ve duman olmaya görsün; hemmencecik okullar tatil oluverir.
fakat 'okullar tatil mi?' sorusunu duymaktan, tatil olma ihtimâlini düşünmekten nefret eden kişiler de vardır: örnek öğrenciler! (oysa ben, senin beni sevebilme ihtimâlini sevmiştim.) :)
örnek öğrenci olarak tanımlanan bu gruptaki insanlar okulların tatil olmasını istemez. öğretmenlerin habersiz sözlü ve yazılı yapmasından hoşlanır, çünkü onlar bir deprem çantası gibi, dersleri zihinlerinde her an hazır bulundurur ve sınavların enkazı altında kalmazlar.
'okullar tatil mi?' sorusunun, 'hayır!' diye cevaplanmasını isteyen başka bir türden daha söz edebiliriz: bu tür, okula gitmeyi sevgilisini görmek, arkadaşlarıyla gırgır şamata yapmak için ister. aslında dersle mersle alâkası yoktur. okul onun için bir eğlence yuvasıdır.
okullar tatil mi? değil mi? okullar tatil edilecek mi yoksa kısmet bir dahaki sefer mi? hayır yani bakın son kararınız mı okullar kesin tatil mi iyi düşünün! tatil mi okuldan çıkar okul mu tatilden?
bu şekilde laf salatası yaparak bize servis eden haber sitelerini de unutmamak gerekir.
okullar tatil mi beni ilgilendirmez, hayat zaten bir sınav, adımı yazar geçerim, ismim yeter bu âleme diyenler! kral adamsınız!

özgür oluşum eskidefterler.com

farmasiyen
Hoş geldiniz. Eski Defterler düşüncelere pranga takılmayan, yazarlara zincir vurulmayan, ama herkesin birbirine karşı saygılı olduğu bir yer. Eminim burada vakit geçirdikçe bana hak verecek ve eski defterler'in diğer sözlüklerden gerçek anlamda farklı olduğunu hissedeceksiniz.
Burada insanların amacı 'bir şeyler' paylaşmak değil, 'faydalı bir şeyler' paylaşmak. O nedenle eski defterler'i okumanın size çok şey katacağına inanıyorum. Şahsen ben burayı her gün düzenli olarak takip edilmesi gereken bir gazete gibi görüyorum.
Burada yazmak da, burayı okumak kadar keyifli. Çünkü yazdıklarınızı kafasına göre editleyen veya silen bir ekip yok. Yazdıklarınız kendi düşüncelerine uymuyor diye size cephe alan, sizi küçümseyen insanlar yok. Kısaca eski defterler bir sözlükten çok ötesi bence. Bu platformda yer edinmenin size hem yeni bilgiler, hem yeni dostluklar kazandıracağından emin olabilirsiniz.

yargı dizisinin giderek kalitesizleşmesi

farmasiyen
dizinin sonunu getirecek olan vahim durum. katilin engin olduğu ortaya çıktıktan sonra başlayan, engin öldükten sonra giderek hızlanan ve şimdi de zirveye ulaşan bu kalitesizleşme, her bölümde kendini daha da hissettiriyor.
örneğin: ılgaz'ın savcıyken hoop diye geri vites yapıp avukat olması, ardından 'yok ya bana göre değilmiş' (!) deyip sanki ayakkabı deneyip de beğenmemiş gibi cübbesini çıkararak tekrar savcılık rütbesine yükselmesi...
diziye dâhil olan yeni karakterler, anlaşılması zor, karmaşık ve heyecan uyandırmayan olay zincirleri, yargı'ya karşı önyargılarımızı artırıyor.
sosyal medyadaki ergen kitlesi onlara bayılsa da, ceylin ve ılgaz'ın birbirine hiç yakışmadığı gerçeğini unutmamak gerekiyor.
dizinin ilk bölümlerinde kardeşi aleyhinde bile olsa haklının tarafını tutan, ilkelerinden öödün vermeyen, değişmez prensipleri olan ılgaz; nasıl oluyorsa ceylin için savcılık mesleğini bir kalemde silip atıyor. ve nasıl oluyorsa ânında avukatlığa geçiş yapıp davalara falan girmeye başlıyor. o prosedürler öyle kolay işliyordu zaten. (!)
bugünkü bölümde de; 'baba dönüyorum savcılığa' diyor. sanırsın 15 günlük izne çıkmış, geri dönüyor.
ayrıca senaryonun hep 'engin'i kim öldürdü?' sorusu etrafında dönmesi kabak tadı veriyor.
bir türk dizisi ne kadar reyting alırsa o kadar saçmalamaya başlar, ne kadar çok tutarsa o kadar hızlı batar gerçeği yargı dizisinde de tezâhür etmiş durumda.
umarım diziyi böyle maymuna çevirmenin cezasını, reytinglerde çakılarak alırlar ve akılları başlarına gelir.

adam gibi adam

farmasiyen
toplam erkek nüfusuna oranı muhtemelen %5'i geçmeyen, birçok kadının denk gelemediği örnek alınası erkek tipi. bu türün genel özellikleri şöyle sıralanabilir:
- yalan söylemezler.
- aldatmazlar.
- içi dışı birdir. reklamlarda görünen cips paketi gibi dışı şişik, içi boş çıkmaz!
- dürüst ve güvenilir insancıklardır.
- çıkarsız severler.
2000'li yıllardan kalan, 'kahverengi bir renkse kahve ne renktir?' şeklindeki eksi 100 dereceli soğuk esprinin bir benzerini yapmak ve şu soruyu dile getirmek istiyorum: 'adam gibi adam' nedir? gibisi ne oluyor? 'adama benzer, ama tam adam değil, hafif adamlaşmaya doğru yaklaşmış, henüz evrimini tamamlayamamış' demek mi oluyor bu?
'gibisi' fazla arkadaş, benzerini istemeyiz, bize %100 saf zeytinyağı, hakiki bal ve gerçek adamlar lâzım. Siz eczaneden bir ilaç alırken muadilini istiyor musunuz?
nice 'adam' diye bildiklerimiz, bir süre sonra 'madam' çıkıyor. kalıbı 'erkek'; yüreği 'ürkek' onların. kadın gibi nazlanan, korkak, başkasının eline bakan âciz ve zavallı insanlar, ortada 'adamım' diye geçiniyorlar. Onlara Amerikan filmlerinden bir replikle cevap vermek istiyorum:
'hey sen kendini ne sanıyorsun ha? lanet olsun adamım!'

yağ kuyruğu

farmasiyen
Yağların belli aralıklarla zamlanmasından dolayı, halkın yağsız kalacağı endişesiyle marketlere hücum etmesi sonucunda oluşan insan kalabalığına verilen ad! Şimdi asıl soru: Kuyruk mu yağdan çıkar yağ mı kuyruktan? Yağ için kuyruğa girenler, yemeklerinde kuyruk yağı tüketiyor mu? neden millete yaldır yaldır laf yağdırıyorsun?
Bu üçünü istiyorum ve sizi bu tekerlememsi cümlelerde yer alan anlatım bozukluklarını bulmaya davet ediyorum!
Gündemimizi îtinâyla meşgul eden yağ kuyruğu meselesine dönecek olursak: Yağ kuyruğu aslında halkın kendi sağlığını hiç düşünmediğini gösteren bir hâdisedir. (!) Çünkü hazır yağ zamlanmışken bunu fırsata çevirmek, kendimizi yağsız yemek için motive etmek, daha otçul beslenmek gerekir.
Yağ, tuz, un, şeker; bunlardan uzak duracaksın demiş bir Canan Karatay atasözü.
İşte hayata pozitif bakmak böyle bir şey. (!)

sürekli telefon yenileyen alışveriş meraklısı

farmasiyen
alışveriş meraklısı olmaktan ziyade, 'parayı harcayacak yer bulamayan bir embesil' diye tanımlama yapılabilecek insan türü. Hayır benim bildiğim alışveriş meraklısı dediğin çanta, kıyafet, ayakkabı falan alır. böyle bir dönemde sık sık telefon yenileyen kişi için birkaç ihtimal düşünülür:
1- falancaoğullarından miras kalmıştır, bu da oraya buraya saçıp savurmanın derdine düşmüştür. hazıra dağ dayanmaz sözünü unutan bir ahmaktır.
2- bu kişi bir hırsızdır. sürekli telefon refresh etmesinin (yenilemesinin) sebebi, aslında telefon çalmasıdır. (biraz plaza dili konuşmak bazen iyi gelir.)
3- bu bir telefoncudur. ya da bir telefoncunun yakın akrabasıdır. aslında telefon yenilediği falan yoktur. sadece hava atmak için bir günlüğüne ödünç alır, arkadaşlarına gösteriş yaptıktan sonra ertesi gün yerine teslim eder. gerçekte külüstür bir telefon kullanıyor fakat belli etmiyordur.
4- bu kişi bir doktor, avukat veya başka dolgun maaşlı bir meslek sahibidir. aldığını telefona vermekten haz duyuyordur.
sonuç:
hangi gruptan olursanız olun, siz sürekli telefon değiştiriyorsanız, normal değilsiniz.

gaz çıkarıp sofraya afiyet olsun temennisi kabalığı

farmasiyen

düşüncesiz, duyarsız, saygısız insanlardan beklenen, mide bulantısı oluşumuna yol açacak bir davranış biçimi. eğer o gaz çıkarma eylemi ağız yoluyla gerçekleştirilmediyse bu daha da iğrençtir. ağız yoluyla gerçekleştirildiyse fakat kişi dudaklarını birbirine bitiştirmek veya elini ağzına götürmek suretiyle ağzını kapatmaya tenezzül etmediyse (!) bu da sofradakilerin tiksinti duymasına, 'oha görgüsüz!' diye tepki vermesine sebep olacaktır. fakat kişi bunu yaparken ağzını kapatma erdemini (!) gösterdiyse, bu diğerlerine göre daha az hafiftir.
biyolojik tahlillerimizi bir kenara bırakırsak, geğirip hiçbir şey olmamış gibi afiyet olsun demek nedir arkadaş, insan rezil olunca rezil olduğunu kabul etmeli. kabullenmek, yapmanın başlangıcıdır demiş bir çin atasözü. (inanmak başarmanın yarısıdır olacaktı o pardon, ama bu da farklı bir versiyonu)

yargı 5. bölüm izle

farmasiyen
bu hafta en çok gerçekleştirilen, youtube'a yazarsanız hiçbir sonuca ulaşamayacağınız arama sorgusu. (çünkü hâlâ youtube'a düşmedi, büyük eksiklik. oysa camdaki kız öyle mi? saniyesinde ekliyorlar. yargı'nın kendini bu konuda geliştirmesi gerek.)
bölüme gelecek olursak, mantıksız fakat sürükleyici bir bölümdü.
sonuçta bir 'türk' dizisi olmasından mütevellit, saçmalıklarla dolu olsa da, enteresan bir çekim gücü var dizinin.
yargı 5. bölüm özeti, yargı 5. bölümde neler oldu? gibi aramalarla google amcayı meşgul edenler için kısa açıklama:
ceylin, engin'in evine gitti. tesadüfe bak sen, tam o sırada eşyaların değiştirildiğini gördü. her yer yanık kokuyordu, belli ki eşyaları yakmışlardı!
soru 1: inci öleli kaç gün oldu, eşyaları değiştirmek yeni mi akıllarına geldi? 1 adet mantıksızlık cepte.
sonra ceylin ve engin mutfakta iken, ceylin rafta peçeteden yapılmış bir gemi gördü! adamlar delilleri yok etmek için tüm evi baştan dizayn ediyorlardı, fakat ne hikmetse o sihirli (!) peçete hâlâ orada duruyordu.
sonra ceylin'in beyninde şimşekler çaktı. 'bu gemiyi inci'den başkası yapmış olamaz!' dedi. (inci, canı sıkılınca böyle yaparmış. bu şekilde bir takıntısı varmış.)
bölümün en saçma sahnesi buydu. katilin kimliği başka türlü açığa çıkmalıydı. bu hiç olmadı. 2. mantıksızlık da tamam.
sonra yekta apar-topar eve geldi. ceylin iyice emin oldu inci'nin o evde öldürüldüğüne.
bunları ılgaz'a anlattı. birlikte plan kurdular. plana bak çok dâhiyâne:
ceylin engin'i arar:
- engin ben evde laptopu unutmuşum sen gidip alsana
engin:
-tamam.
evin yakınına bir ekip gönderirler.
engin eve girince, ekipten biri ceylin'in babasını arar:
-kızınızı kimin öldürdüğünü biliyorum. görüntüleri bende var. kızınızın cesedinin atıldığı çöp konteynerının yanına 200 bin TL bırakın, görüntüleri vereyim.
zafer bey şoka girer. 'ulan telefonda bir ses, bana böyle böyle diyor' der.
o sırada engin de oradadır.
bunu duyan engin paniğe kapılır ve doğruca çöp konteynerının yolunu tutar.
tabii ki polisler de onu bekliyordur.
işte böylece engin'in katil olduğu meydana çıkar.
daha zekîce kurgulanmış bir şey olabilirdi, kesinlikle çok saçma buluyorum. mantıksızlıklar silsilesi devam ediyor.
ayrıca metin komser, çınar uyurken yanına girip duygu dolu bir konuşma yapması, özür dilemesi falan çok saçmaydı.
uyuşturucu sattığı için ona düşman olmuştu fakat çınar bıçaklanınca yelkenleri suya indirdi.
işte böyle kötü örnek oluyorlar gençlere. 'herkes hata yapar, herkes hata yapar' diye sık sık tekrarlıyorlar, çınar'ı masum göstermeye çalışıyorlar falan. bence bunlar hep kötü örnek.
peki engin inci'yi neden öldürdü?
onu da flashback sahnesiyle izledik.
inci engin'in evine gitti.
'ozan hoca beni taciz etmeye çalıştı, tam o sırada karısı gelip bizi bastı ve yanlış anladı. senin baban avukat ya hani, onu araya soksan bu hhocayı tehdit ettirsen? bu duyulursa babam beni öldürür.' dedi.
engin de inci'ye:
'yalan söylüyorsun! kalk git buradan hocanla ilişkin olduğunu bilmiyor muyum kızım? beni kullandığının farkında değil miyim? çünkü sana âşığım biliyorsun. sen yalan söylersin, ben de inanırım. ne zaman başın sıkışsa engin gel!' dedi.
(tüm sahneyi yazıyorum size kıymetinizi bilin.)
inci de ona şöyle cevap verdi:
'yapmasaydın oğlum! mal mısın sen? ne zaman yardım istesem ezik ezik 'yardım ederim' demedin mi? babandan kaçıp ablama sığındığın gibi, sana gösterdiğim şu kadarcık sevgi kırıntısına sığındın. seni sevmemi bekledin benden. senin nereni seveyim ben mal!'
engin bu sözler karşısında çok sinirlendi ve kül tablasını inci'nin kafasına indirdi.
fakat yeni teori şu:
aslında inci o an ölmedi. sadece kanlar içinde bayıldı. fakat onu son darbeyle ööldüren kişi yekta oldu. şu an herkes engin'i katil sanıyor. fakat asıl suçlu yekta. (bu bir tahmin. fakat gerçek olma ihtimâli ağır basıyor.)

kandilden kandile dua edenler

farmasiyen
gerçekleştirdikleri bu davranış ile büyük bir ibâdet yaptıklarını düşünen, çok faziletli olduklarını sanan insanlar bütünü. (yani en azından bir kısmı, istisnalar hariçtir.) tabii ki dua etmenin başlı başına büyük bir ibâdet olduğu inkâr edilemez.
fakat sadece kandilden kandile dua edince, cuma'dan cuma'ya veya bayramdan bayrama namaz kılınınca islâmiyetin tüm şartları yerine getirilmiş olmuyor.
bir de namaz kılıp her türlü kötülüğü yapanlar veya 'namaz kılmıyorum ama kalbim temiz, önce insanlık önce iyilik, ben de herkese yardım ediyorum' diyen insanlar da çok.
peki ya, kandilde dua bile etmeyip, sadece kandil simidi yiyerek (!) sevap işlediklerini sananlara ne demeli?
ya da ehl-i sünnet mi değil mi belli olmayan bir hocanın kandil programını dinleyip büyük bir hasenat yaptığını zanneden, o hoca televizyonda dua ederken sadece ellerini açmakla yetinen ve 'bugün de çok dua ettik şükürler olsun' (!) diye düşünen insanlar ne olacak?
dinlediği hoca dünyanın en iyi hocası olsa bile, hocanın dediklerini yapmıyorsa dinlemesinin ne faydası var?
tüm bu soruların cevaplarını istiyorum. dosyaları kahveyle beraber odama bırakın. (televizyon deyince kendimi bir an vasat türk dizisi modunda buldum, hatlar karıştı.)

kahve

farmasiyen
Bu başlığa komik bir şiir iyi gider diye düşündüm ve sizinle eski şiirlerimden birini paylaşmak istiyorum:


Kahveyi içmeli, hep yudum yudum,

Kahvededir benim, sevincim ve umudum,

Ben şu hayatımda, çok şiir okudum,

Kahve gibi tat vermedi!

-----

Sen al kahveni, güzel iç yavaş yavaş,

Kahve yalnız içilir, yenmez yanında lavaş!

Kopuyorsa fırtına, oluyorsa savaş,

Kahve ile dur de, kahve ile dur de!

-----

Kahve ile vermeli, güne nefis bir mola,

Kahvenin yanında hiçtir, gazoz, çay ve kola,

Gelmiyorsa yüreğin, bir türlü asla yola,

Bir fincan kahve yap, belki işe yarar!

-----

Ah dostlar gelin, biraz kahve içelim,

Üşürüm ben hep, ısınmadı ki hiç elim,

Gönlümde kalmadı yok, ne derman ne çelim,

Kahvem bana yeter, kahvem bana yeter!

-----

Önce biraz ye, güzel bir sandiviç,

Sonra üstüne, leziz bir kahve iç,

Kahvenin tadına var, yudumlarken höpür höpür,

Kül tablasıyla beraber, acılarını da süpür!

-----

Kahvenin telvesi var, ya benim neyim?

Ben her gece, onsuzum ve dertteyim,

Kahve alır mısınız, doldurayım mı beyim?

Tabii doldur, tabii doldur!

camdaki kız 13. bölüm özeti

farmasiyen
cevabını öğrenmek için, sedat'ın iğrenç oyunculuğuna rağmen 2 buçuk saatlik diziye katlandığım soru. tolgahan sayişman bile feyyaz şerifoğlu'dan daha gerçekçi rol yapıyor, acı ama gerçek. böyle yapmacıklık, böyle robotik konuşma olamaz. resmen tüm hikâyeyi berbat ediyor, senaryonun büyüsünü kaçırıyor, tahammül etmek çok zor...
işte camdaki bölüm neler oldu? sorusunun cevabından satır başlıkları:
1- hayri ile nâlân karşı karşıya geldi (aman ne büyük buluşma! hayri diyye bula bula bunu mu buldunuz diyesi geliyor insanın. nedense bana aşırı itici geldi)
rafet koroğlu'nun yeni şoförü de hayri oldu
2- cavit sayesinde nâlân'ın suçsuz olduğu ortaya çıktı. cavit yalan haberi (!) yapan gazeteciye özür diletti, herkes nâlân'ın suçsuz olduğunu öğrendi. (orası da ayrı bir saçmalık.
gazeteci nâlân'a: 'hamile kaldığınız için apar topar evlendiğiniz söyleniyor, doğru mu?' demişti. nâlân da 'evet doğru aynen öyle oldu, doğru' demiş, sonra da 'bir tek bana mı böyle terbiyesizlik yapıyorsunuz?' diye eklemişti.
sen öyle dersen, tabii ki magazincilerin hepsi senin bu sözünü alıp haber yapar. yani malzemeyi sen vermiş oldun.
buna rağmen yalan haberi cânâ yaptırmış gibi göstermeleri inanılmaz saçmaydı. sonuçta türk dizisi, fazla mantık örgüsü aramamak gerek.)
3- cânâ'nın kocası her şeyi öğrendi ve cânâ'yı evden kovdu
4- rafet yönetim kurulu başkanlığını bırakacağını açıkladı, sedat bu görevi devralmak için hayatında ilk defa çalışmaya başladı. hatta o kadar moda girdi ki gidip arkadaşına 'babam beni yönetim kurulu başkanı yapacak' diye ispiyonlayınca babasından fırçayı yedi, kapak oldu.
5- gazetecilere söylediklerinden dolayı feride nâlân'a çok sinirli olduğu için onu affetmedi. 'torun haberi vermeden annelik bekleme benden' dedi. işte nâlân'ı harekete geçiren cümle bu oldu.
6- nâlân alışverişe çıkıp sedat için süslendi püslendi. sonuçta kız evleneli kaç hafta oldu, hâlâ ilk gecelerini yaşayamadılar. nâlân artık cesaretini topladı, tam 'bu gece oldu bu iş' derken sedat'ın eve gelmeyeceğini, otelde çalışacağını öğrendi.
cânâ (sedat'ın eski sevgilisi) de bunu öğrendi, soluğu otelde aldı, romantik geceye cânâ baskınıyla gölge düştü.
camdaki bölüm 13. bölüm özeti benim için şöyle: 'bundan sonrasını izlemene gerek yok, diziyi fragmanlardan takip et!'
herkes nedense her bölümü çok beğeniyor fakat ben her bölümde gittikçe soğuyorum diziden. 'yargı' daha heyecanlı, yargı'ya gelin arkadaşlar!

parti muhabbeti

farmasiyen
'kız ne giysem sence? Kimler davetli? Mekân neresi?' gibi sorularla gerçekleştirilen sohbet türü. Evet, bana göre 'parti' (!) muhabbeti budur. Hazır yaz da gelmişken parti, festival, şenlik muhabbetlerine ihtiyacımız vardır. Daha doğrusu muhabbetle başlayıp kararlaştırmak, sonra onu icraata geçirmek lâzımdır.
Ama tabii ben her şeyi tersinden anlamayı seven, farklı perspektiflerden yorumlamayı ve biraz da kötü espri yapmayı huy edinen biri olarak parti muhabbeti kavramını böyle başka bir anlama çektikten sonra, işin siyasi yönüne de temas etmek isterim.
Politika açısından insanların yaptığı parti muhabbeti, tıpkı takım muhabbeti gibi boştur. Evcilik oynar gibi particilik oynayanlar veya holigan gibi, taraftar gibi parti tutanlar bu toplumun kangren olmuş damarlarıdır.
Anne-babanın, iki kardeşin arasını açan, hatta bazen boşanma sebebi bile olması mümkün hâle gelen parti muhabbetleri, 'benim partim senin partini döver' anlayışıyla, karşısındakini ezmek için yapılır. Partimi savunuyorum diye karşısındakine küfürler yağdıranlar da, İslâmiyeti savunuyorum diyerek her önüne gelene cehennemlik damgasını yapıştıran, herkesi kâfir, zındık, mülhid diye yaftalayanlar aynı yolun yolcusudur.
0 /

hoş geldiniz, bilginizle fikirler ve eleştiriler getirdiniz.


eski defterler ile zamanda yolculuk açılıyor. dün, bugün, yarın ve sonsuza değin el değmemiş konularda deneyim ve düşüncelerinizi açıkça paylaşabildiğimiz kronolojik bilgilik, hayata dair ne varsa aklınızdakilere 7/24 tercüman olacak etik çerçevede bir topluluğuz.
üyemiz olarak, zaman makinesi eski defterler'e siz de özgürce yazılar yazmak ve yönetimine katılmak ister misiniz? iletişim: sozluk@eskidefterler.com / +908503022238

hemen yazar olun